Friday, January 21, 2011

n'aber?

yürüyordum. yürürken -inanmazsınız- sağa sola selâm bile veriyordum. göğü yeşil, yeri beyaz öyle bir mekândı ki burası; sanki göbeğim her insana ayrı ayrı bağlıydı. bana bakıp gülümsüyorlardı. -uzun zamandır kimse bana bakıp gülümsemiyor.- hâlimi hatrımı soruyorlardı, beni rahatsız etmekten korkuyorlardı. -öyle bir dünya yoktu bence.- türünü hatırlayamadığım bazı kuşlar omzuma konup kulağımı gıdıklıyor, sonra gülerek uzaklaşıyorlardı. kadınlara karşı en ufak bir korku beslemiyordum. bir kadının yüzüne-gözlerine-memelerine baktığımda; hayâli bir karakter gözlerimi bağlayıp beni evime geri göndermiyordu. -son zamanlarda biraz deliriyorum da.- her şeyin yine farkındaydım; ama bu, rahatsızlık yerine huzur veriyordu. yine son zamanlarda edindiğim huylar neticesinde özgüvenin sözlük anlamını bir türlü hatırlayamıyordum; ama orda öyle değildi. derdimi anlattığım adam beni gerçekten dinliyordu; bu yetmezmiş gibi, sevgiden ve onun gibi şeylerden bahsettiğim kadın, kalbimin ta içini görüyordu. sanırım az bir zaman geçtikten sonra yerden yükselmeye; yükseldikten sonra da bulutların içine girip çıkmaya başladım. gece olunca Ay'a doğru yola çıktım. Ay'da beni karşılayan turkuaz tişörtlü Gandhi ile sinemadan falan sohbet açtık. sohbet koyulaştıkça Ay'ın atmosferi de turkuazlaşmaya; turkuazlaştıkça oksijenle öpüşmeye başladı. baktım muhabbetin sonu yok, Gandhi'den izin istedim. "ne demek? izin senin." dedi. ne demek?
oraya geri döndüğümde kimse kalmamıştı. bütün binalar kaybolmuş, bütün o canım insanlar bir yerlere gitmişti. koskoca kasabada tek bir bahçe, o bahçenin içinde tek bir ağaç, ama devasa bir ağaç, o ağacın içinde de çocukluğumun evlerinden biri vardı. evin içine girmeye çalışan kardeşim kan-ter içinde kalmıştı. ne zaman odasına girse, gözlerini kapasa, yatağına sıkı sıkı sarılsa; ağaç, onu pencereden dışarı atıyordu. kardeşim beni gördüğünde "neşideler neşidesi" dedi; ya da bana öyle geldi. kardeşim beni ikinciye gördüğünde "ağaçlar bizi sevmiyor." dedi; ya da tamamen uyduruyorum. kardeşim beni üçüncüye gördüğünde "kaderin anlamak." dedi, yok yok benim hüsn-ü kuruntum. bir kütük bulup oturdum. kardeşimi izlemeye başladım. içeri giriyor, yatağına yatıyor, pencereden atılıyor, hiçbir şey olmamış gibi içeri giriyor, yatağına yatıyor, pencereden atılıyor...

uyandığımda beş adet cevapsız aramam, nur topu gibi de mesajlarım vardı. galiba bende olan bir şeyi; bir de bir şeyi; yanlış hatırlamıyorsam bir de bir şeyi istiyorlardı. duvardaki mantar panoya astığım yapılacaklar listesine baktım. sonra deliler gibi geri yerime oturdum. şimdi bu günü kim yaşayacaktı ki? tüm o seneleri, o tembelliği ve o güzelliği yaşadıktan sonra; bu günü kim yaşayacaktı? ben değil, orası kesindi artık. benden istenilen bir şeyi, bir şeyi, bir de bir şeyi çantama tıkıştırıp giyindim. kapıyı açtım, ayakkabılarımı giydim; ama çıkmadım. kapıyı kapadım. iyi böyle...